Mahir ÖZKAN
Bir halkın asimile olması demek, onu kendi başına bir halk
olarak tanımlamayı gerektiren özelliklerini yitirmesi demektir. Bu özellikler
dil, gelenek ve dini de içine alan genel olarak değerler sistemidir. Günümüzde asimilasyon tartışmalarının iki
eksen üzerinde yürüdüğü söylenebilir. Göçmenlerin asimilasyonu ve
tarihsel-teritoryal dil gruplarının asimilasyonu. Bu yazının konusunu tarihsel teritoryal dil
gruplarının asimilasyonu, Karadeniz örneği ve reasimilasyon imkanları
oluşturuyor.
Sinan Özbek, “tarihsel-teritoryal dil grupları” kavramını
Reiner Bauböck’ ten alarak, ata topraklarında yaşayan uluslaşamamış halklar ve
uzun zaman boyunca belirli bir bölgede yaşayan halkları anlatmak için
kullanmaktadır.(Pratik Felsefe Yazıları, Sinan Özbek, Notos Kitap, 88.s).Bu
yazıya konu edinilen Karadeniz halkları bu kapsama girmektedirler. Devleti olan
bazı halklar açısından bu tanımlamanın geçersiz olduğu düşünülebilir. Ancak
Türkiye dışında bir devleti olan halkların bu devletlerin kuruluş süreçlerinin
ve uluslaşma süreçlerinin dışında kalmış olmaları yine de bu halkların
“tarihsel-teritoryal dil grupları” olarak tanımlanmasını gerektirmektedir.
Karadeniz’de ve Türkiye’de bu grupların varlığı asimilasyon tehdidiyle karşı
karşıyadır. Bu sorunun evrensel nedenleri olduğu kadar bu coğrafyaya özgü
nedenleri de bulunmaktadır.
2008 yılı 10 Kasım’ında dönemin Milli Savunma Bakanı Vecdi
Gönül Brüksel’deki Türk Büyükelçiliğinde yaptığı konuşmada, Türkiye ile
Yunanistan arasında yapılan nüfus değişimi anlaşmasını hatırlatarak şunları
söylüyordu: “Bugün eğer Ege’de Rumlar devam etseydi, Türkiye’nin pek çok
yerinde de Ermeniler devam etseydi, bugün acaba aynı ulus devlet olabilir
miydik?”
Türk siyaset tarihinde çok daha vahim ifadeler bulmak işten
bile değilken bu sözlerin buraya alınmasının nedeni cumhuriyetin kuruluş
felsefesinin bütün demokratik söylemlere karşın korunuyor olduğunu göstermek
içindir. Ayrıca konumuz olan asimilasyona resmi bakışın izlerini de vermektedir
bize bu sözler. Bu bakış şu şekilde özetlenebilir: Türkleştiremeyeceklerinden kurtul, geriye
kalanları asimile et. 1895, 1915, mübadele, varlık vergisi, 6-7 Eylül olayları
ve başka nice olay bu gözlerle değerlendirildiğinde daha anlaşılır oluyor.
Kurtulunması gerekenler en başta Rumlar ve Ermenilerdi.
Bunlar iki nedenle asimile edilmeleri imkansız halklardı: Birincisi dinsel
farklılık ikincisi ise uluslaşma sürecine erken girmiş olmaları. Bu halkların
Osmanlı’nın batlılaşma serüveninin başından beri başrolü oynadıkları söylenebilir.
Bu durum siyasal ve entelektüel alanda olduğu kadar ve belki daha çok ekonomik
alanda geçerlidir. 1913 de 250 dolayında olan sanayi işletmelerinin % 50 si
Rumların, % 20 si Ermenilerin, % 10 u yabancıların, % 5 i Yahudilerin ve
yalnızca % 15 i Müslümanlarındı. (Irkçılık, Sinan Özbek, Bulut Yayınları,
141.s) Sinan Özbek’ e göre ulus devlet olma süreci Rumların, Ermenilerin ve
Yahudilerin olan bu varlıkların Müslüman Türklerin eline geçme sürecidir aynı
zamanda. Dolayısıyla bu halklar asimilasyondan çok dışlanmanın ve yok edilmenin
hedefi oldular. Elbette Müslümanlaşan gruplar bunun dışında kaldılar.
Müslümanlaşan topluluklar diğer gruplar gibi asimilasyonun hedefi oldular.
Anadolu’nun birçok yerinde karşımıza çıkabilen Müslümanlaşmış Ermeniler ve
Pontus Rumları bunların belli başlı örneklerini oluştururlar.
Sonuç olarak Yusuf Akçura’nın daha çok ırka dayalı ve Ziya
Gökalp’in daha çok kültüre dayalı ulus yaratma düşüncesinden kaynaklanan ve bu
yüzden de kendi içinde bazı garabetler taşıyan (örneğin bir yandan kuruluşunu
milattan önceki tarihlere dayandıran kurumları olan, öte yandan Türklüğü
Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür diye
tanımlayan) Türkiye’ deki ulus inşası
sürecinin geçtiği adımları şu şekilde sıralayabiliriz: Öncelikli olarak,
Türkiye’ nin gayri Müslimlerden arındırılması veya varlıklarının marjinalize
edilmesi. İkinci olarak, kendisini öncelikli olarak Müslüman kimliğiyle
tanımlayan Türk nüfusun kendisini öncelikli olarak Türk kimliğiyle tanımlanmasının
sağlanması. Son olarak da Türk olmayan Müslüman halklardan Türklüğe
direnenlerin ezilmesi, diğerlerinin de kendilerini Türk olarak tanımlamasının
sağlanması. Bu nedenle Türkiye
Cumhuriyeti’ tarihi aynı zamanda bir asimilasyon tarihi olarak okunabilir.
Kendi içinde taşıdığı etnik çeşitlilik nedeniyle de bu sürecin en önemli
mekanlarından biri de doğal olarak Karadeniz olmuştur.
Karadeniz’de Asimilasyon
Karadeniz’de izlenen bilinçli politikalar ve tarihsel
toplumsal bazı gelişmeler asimilasyon süreci üzerinde etkili olmuştur. Yani
asimilasyonun tek nedeni izlenen politikalar değildir. Bunların yanı sıra
doğrudan politik olmayan, ekonomik, kültürel gelişmeler, teknolojik ilerleme,
büyük şehirlere göç gibi bazı unsurlar da asimilasyon süreci üzerinde etkili
olmuştur. Öncelikle belirtmek gerekir ki, Karadeniz, 1895, 1915 ve mübadeleyle
birlikte Hristiyan Ermeni ve Rum nüfustan büyük ölçüde arındırılmıştı.
Asimilasyon geriye kalan Müslümanlaşmış halkları hedef alıyordu.
Resmi Tarih
Resmi tarih asimilasyon politikalarının en açık ortaya
çıktığı alanların başında gelir. Genç cumhuriyet ilk dönemlerinde tarih
konusunda çok fazla bir bilgi üretememiştir. Bunun nedeni birçok başka nedenin
yanı sıra genç cumhuriyetin ilk dönemlerinde “birlik ve beraberliği” esas
olarak İslam kimliği üzerinden tanımlamasıdır. Çünkü iki cepheli bir iç savaş
olarak da okunabilecek kurtuluş savaşı asıl olarak Müslüman- Hristiyan
karşıtlığı zeminine oturtulmuştur. Dolayısıyla ‘asimile edilemeyecek’ olanlarla
ilgili sorunlar ‘halledildikten’ sonra sıra içerideki gayri Türk unsurlara
gelmiştir. İşte bu aşamadan sonra belli bir planlama çerçevesinde Türkiye’de
yaşayan herkesin Türk kökenlerine bağlandığı bir tarih anlayışı inşa
edilmiştir. Bu çalışmaların ikna edemediği insanlar içinde ayrı bir söylem
geliştirilmiştir. Buna göre; ‘yasalara göre kendini Türk sayan herkes Türk’tür.
Devlete vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür. Türk’lük asla belli bir
etnik kimliğe gönderme yapan bir kavram değildir.’ Böylelikle tarihsel kanıtlarla
ikna olmazsanız yasalara göre gönül rahatlığıyla Türk olursunuz.
Karadeniz halklarının tarihi ile ilgili resmi söylemin
kaynağı “Kürtlerin Türklüğü”, “Her
Bakımdan Türk Olan Kürtler” adlı eserlere de sahip olan Fahrettin
Kırzıoğlu’dur. Bir Ermeni antik kenti olan “Ani” yi Anı şehri yapan da yine bu
“profesördür”. Kırzıoğlu neredeyse bütün Karadeniz ve Kafkas halklarının
kökenlerini Orta Asya’ya dayandırmaktadır. Bugün Karadeniz’de etkisi azalmakla
birlikte hala Fahrettin Kırzıoğlu’nun tezlerinin belli bir etkinlik gösterdiği
söylenebilir. Bu tezlerin bu derece yaygınlık kazanmasının baskı
politikalarıyla ilişkili olduğu düşünülmelidir.
İnsanlarla bu konuyu tartıştığınızda karşınıza çıkan tablo
bu düşüncelerin korku ve baskıyla dikte ettirildiğini gösterir. Örneğin
kendisinin Türk olduğunu söyleyen bir Laz, Hemşinliler için onlar “kalın
kaburgalı Ermeni’dir” diyebilmektedir. Tam tersi durumda geçerlidir. Kendisinin
Türk olduğunu söyleyen bir Hemşinli Lazlar için “ Hristiyan dönmesi Megrel” diyebilmektedir. Bu tanımlamaların tarihsel
doğruluğundan bağımsız olarak bölgede halkların bir gerçek kanıları bir de
resmi söylemleri bulunmaktadır. İnsanlar kendi aralarında başka bir tarih,
kamusal alanda ise başka bir tarih konuşmaktadırlar.
Kentleşme ve eğitim düzeyinin yükselmesiyle birlikte
Karadeniz halkları kendi içerisinde bir gerilim yaşamaya başlamıştır. İkili bir
yaşantının sürdürülemez olmasına bağlı olarak bazıları resmi söylemi kanıları
haline getirmeye ve genç kuşaklara öyle aktarmaya başlamışlardır. Başka
bazıları da resmi söylemi tamamen terk etmiş ve kanılarını söylem düzeyine
çıkarmaya başlamışlardır. Bu ikincisi resmi tarihin alternatiflerinin de yörede
daha fazla konuşulmasını ve tartışılmasını sağlamaktadır. Aynı zamanda aşağıda
imkanları tartışılacak olan reasimilasyonun da en önemli dayanaklarından birisi
durumundadır.
Yer Adlarının Değiştirilmesi
Asimilasyon politikalarının en açık örneklerinden biri yer
adlarının değiştirilmesine ilişkin uygulamalardır. Bu uygulamalar bir yandan
belleğin silinmesini sağlarken bir yandan da yeni kimliğin edinilmesinin
sembolik simgeleri gibidir. Yer adlarının değiştirilmesi uygulamalarının temel
hedeflerinden biri hem yaygınlık hem de öncelik bakımından Karadeniz
olmuştur. Karadeniz’ de ise Artvin ayrı
bir önem taşımaktadır bu konuda. Sovyetler Birliği sınırında bulunması ve sınırın
halkları yapay bir şekilde bölmüş olması Artvin’i daha önemli ve öncelikli hale
getirmiş olabilir.
Artvin ilinde büyük kısmı Gürcüce olan yerleşme adları
“Meclis-i Umûmiyye-i Vilâyet” (İl Genel Meclisi) kararıyla 1925 yılında tümüyle
değiştirilmiştir. (Muvahhid Zeki 1925, s. 111). Cumhuriyetin bu konudaki ilk
hedefi Artvin olmuştur ancak esas kapsamlı uygulamalar 1940 yılında İçişleri
Bakanlığı’ nın hazırladığı 8589 sayılı genelge ile başlamıştır. Bu genelgeyle
valilikler tarafından dosyalar oluşturulmuş ve sistematik olarak yer adları değiştirilmeye
başlanmıştır. Daha sonra 1949 da 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu ile yer
adlarının değiştirilmesi işlemleri yasal bir dayanağa kavuşmuş, ardından 1957
yılında da bir “Ad Değiştirme İhtisas Kurulu” kurulmuştur. Söz konusu bu
kurulun çalışmaları, çeşitli kesintiler olmakla birlikte 1978 yılında “tarihi
değeri olan yer adlarının da” değiştirildiği gerekçesiyle son verilinceye kadar
sürmüştür. Kurul çalışmaları beş yıllık bir aranın ardından, 1983 yılında
yayınlanan bir yönetmelik uyarınca yeniden başlamıştır.
Toplam olarak bu süre içerisinde 28 bin kadar yerleşim adı
değiştirilmiştir. Bunların 12 binden fazlası ise köy adlarıdır. Bir başka ifade
ile ülkemizdeki köylerin kaba bir değerle % 35 kadarının ismi değiştirilmiş
durumdadır. İsmi değiştirilen köylerin ülkedeki dağılışında en fazla dikkat
çeken özellik Doğu Karadeniz, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu’da değiştirilen
köy adlarının yoğunlaşmasıdır. Artvin’ de 101, Rize’ de 105, Trabzon’ da 390,
Giresun’da 167, Ordu’da 134, Samsun’da 185 Gümüşhane’ de 343, Tokat’da 245 köy
adı değiştirilmiştir. Bu adların çok büyük bölümü Türkçe olmayan yer adlarıdır.
Örneğin Rize ve Trabzon’da değiştirilen isimlerin yalnızca 20 tanesi Türkçedir.
Geriye kalanlar Rumca, Lazca, Ermenice, Gürcüce oldukları için değiştirilmişlerdir.
Yer adlarının değiştirilmesi politikası Müslüman ortak
kimliğe yapılan vurgunun yalnızca araçsal bir söylem olduğunun ve asla gerçek
politikaları yansıtmadığının en açık kanıtlarından birini oluşturmaktadır. Zira
bu yer adlarını kullanan insanlar Müslümanlaşmış halklara mensuptur. Ancak bu
dilleri kullanmaya devam etmektedirler. Dolayısıyla bu politikalarla
hedeflenenin bölgenin Türkleştirilmesi olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Derlemeler
Asimilasyon politikalarının önemli bir bölümünü de müzik
alanındaki çalışmalar oluşturuyor. Bu açıdan en dikkat çekici çalışma ise halk
ezgilerinin derlenerek kayıt altına alınması çalışmalarıdır. Cumhuriyetin ilk
yıllarından itibaren halk ezgilerinin kayıt altına alınmasına yönelik
çalışmalar yapılmıştır.
1926 yılında İstanbul Belediye Konservatuarı (bugün İstanbul
Üniversitesi Devlet Konservatuarı) öğretim üyelerinden bir gurup Adana,
Gaziantep, Urfa, Niğde, Kayseri ve Sivas illerini kapsayan bir geziye çıktı.
Ertesi yıl Konya, Ereğli, Karaman, Alaşehir, Manisa, Ödemiş ve Aydın
yörelerinin melodileri derlendi. 1928'deki üçüncü derleme gezisinde İnebolu,
Kastamonu, Çankırı, Ankara, Eskişehir, Kütahya ve Bursa; 1929'daki dördüncü
gezide de Trabzon, Rize, Gümüşhane, Bayburt, Erzincan, Erzurum, Giresun ve Sinop
yörelerinin melodileri notaya alındı. 1937'de geziler bu defa yeni kurulan
Ankara Devlet Konservatuarı tarafından tekrar başlatıldı. 1952'ye kadar her
yıl düzenlenen bu gezilerin sonucunda, yaklaşık on bin melodi notaya alınarak
arşivlendi.
1964'de kurulan T.R.T. kurumunda derleme gezileri
düzenlendi. İlk T.R.T. gezisinde Erzurum, Kars, Erzincan, Van, Hakkari,
Diyarbakır, Elazığ, Urfa, Adana, Bitlis, Muş, Bingöl ve Siirt yörelerinin
ezgileri banda alındı. 1967'deki ikinci gezide Gaziantep, Burdur, Van, Erzurum,
İzmir, Trabzon ve Balıkesir'e yedi ekip gönderildi.
Bütün bu çalışmaların olumlu çalışmalar oldukları
düşünülebilir. Belli açılardan öyledirler de. Ancak asimilasyon açısından
baktığımızda durum değişmektedir. Sorun bölgedeki Türkçe ezgilerin derlenmesi
değildir. Bu gezilerde derlenen ezgilerden bir kısmı sözlerinden koparılmış,
yeni ve Türkçe sözler yazılarak asimilasyonun birer aracı haline getirilmiştir.
Halk bildiği tanıdığı ezgileri Türkçe sözlerle dinlemek zorunda kalmıştır.
Üstelik bu ezgiler “Türk Halk Müziği” olarak sunulmuştur. Şimdilerde
Lazcalarını, Hemşincelerini, Gürcücelerini dinlediğimiz koçari, narino,
cilveloy gibi ezgileri uzunca bir süre yalnızca Türkçe olarak dinleyebildik.
Ezgilerin dönüştürülmesinin başka bir örneği Artvin’in meşhur “atabarı”dır.
Artvin’ i ziyareti sırasında karşılama oyunu olarak oynanan bu oyunu çok
beğenen Atatürk çevresindekilere oyunun adını sorar. Çevresindekiler “Ermeni
barı” cevabını verince, “oyunu beğendim ama adını beğenmedim” der. Bunun üzerine
oyunun adı “Atabarı” olur ve ezgiye bugünkü sözler yazılır.
Bu sürecin bir başka sonucu ise yapılan çalışmaların
Karadeniz halklarını birbirlerine benzeterek eritmesidir. Karadenizlilik ortak
paydasında toplanarak yer yer melodik tavır farklılıkların bütünüyle de dilsel
farklılıkların Türkçe ile ortadan kaldırıldığı bir yeni müzik yaratılmış oldu.
Dolayısıyla artık Hemşin ezgisi, Laz ezgisi ya da Gürcü ezgisi vb. yoktu.
Karadeniz ezgisi vardı. Zonguldak’tan Artvin’e kadar, hatta Karadeniz’den göç
almış olan doğu Marmara şehirlerine kadar her yerde Karadeniz ezgileri
dinleniyordu. Elbette Karadeniz halkları birbirlerinin müziğini dinlerler ve bu
ezgileri kendilerine yakın bulurlar. Ancak sorun bu ezgilerin dillerinden
koparılarak kendilerine sunulmasıdır. Halklar arasındaki farklılıkları ortadan
kaldırarak onların birbirlerine yaklaşacağı düşüncesi asimilasyonu
hızlandırmıştır.
Kazım Koyuncu ile açılan yol olmasaydı belki bugün hala
Karadeniz müziği dendiğinde aklımıza Karadeniz ağzıyla Türkçe söylenen ve İsmail
Türüt’ le simgelenen bir müzik gelecekti.
Karadenizlilik
Karadenizli, tabiri caizse A’dan Z’ye, yani Artvin’den
Zonguldak’a bütün insanları içine alan bir tanımlama. Hiçbir farklılığı
görmeyen, tam tersine bütün özellikleriyle birbirine benzeyen insanlar
topluluğu. Kimdir Karadenizli? Erkeği Temel, kadını Fadime’dir. Komiktir.
Saftır. Hırçındır. Kemençe çalıp, hamsi gibi titreyerek horon oynar.
Balıkçıdır. Trabzonsporludur. Türk edebiyatının ve sinemasının Karadeniz
tiplemeleri aşağı yukarı birbirinin kopyasıdır. Başka özellikleri de
sayılabilecek bu Karadenizli aynı zamanda “Laz”dır. Tabi bu “Laz” Lazca bilmeyen bir Laz’dır.
Bütün Karadenizlileri Laz başlığı altında toplayarak yapılan hem Laz’ın içini
boşaltmak hem de diğer bütün halkları da bir potada toplamaktır. Bu pota pek
tabi olarak egemen kültürün potası oluyor. Yaratılan bu Karadenizlilik
egemenlerin görmeyi arzu ettikleri Karadeniz’dir. Ancak baskı altındayken
egemenlik altında tutulan halkların da sığınağı olabilmektedir.
İstanbul’a ilk göç ettiğimizde yaşadığım bir olay bu durumu
çok iyi açıklıyor. Yaşadığımız kasabada kimliğimiz Lazlara karşıt olarak
tanımlanmıştı. Yani kasabamızda Lazlar ve Hemşinliler vardı. Ben o yaşlarımda
dünyada Hemşinlilerin dışındaki herkesin Laz olduğunu düşünüyordum. İstanbul’da taşındığımız mahallede babamın ve
annemin komşularımıza memleketimizi, kimliğimizi açıklarken “biz da
Karadenizliyiz, Laziz” demesi hayretler içerisinde bırakmıştı beni. Hemşinli kimliğini
açıklama zorluğunu göze alamamış ve kolay yolu seçmişlerdi. Herkesin kabul
ettiği ve bildiği! Laz kimliğine sığınmışlardı. Bu örneğin de açıkladığı üzere
herkesi içine alan yapay olarak inşa edilmiş makbul bir Karadenizli kimliği
olduğu söylenebilir. Bu makbul kimlik asimilasyon sürecinde ciddi işlevler
görmektedir.
Hemşericilik
Ülkemizdeki en yaygın örgütlenme yöre dernekleri
örgütlenmesidir. Büyük şehirlere göç etmiş farklı bölgelerlin insanları yöre
derneklerinde bir araya gelirler. Her ilin, ilçenin hatta bazı yerlerde
köylerin bile dernekleri bulunmaktadır. Yöre insanının dayanışması, kültürel
çalışmalar yapılması, öğrencilere burs sağlanması vb. olumlu işlevlerinin yanı
sıra bu örgütlenmeler bugüne kadar ki faaliyetleriyle Karadeniz halkları
bakımından bakıldığında aynı zamanda asimilasyona hizmet etmişlerdir. Yani
sorun yöre dernekleri örgütlenmesi değil bu örgütlenmenin bugüne kadar ki
yürütülüş şekli ve kendilerinin niyetlerinden bağımsız olarak ortaya çıkardığı
etkilerdir. Örneğin Rizeli bir Laz’ın Rizeli bir Hemşinli ile Artvinli bir
Gürcü’nün Artvinli bir Lom’la aynı çatı altında örgütlenmesi elbette gayet
olumlu bir durumdur. Ancak bu örgütlenmelerde insanlar orada bulunan farklı
gruplar arasındaki dengeyi korumanın en kestirme yolunu kültürler ve diller
konusuna kayıtsız kalmakta buluyorlar. Başka bir deyişle yöre derneklerinde
insanları bir araya getiren zemin kendi aralarındaki ortak noktalar oluyor.
Farklı halkların bir arada yaşadığı kentlerin yöre derneklerinde bu ortak zemin
egemen Türk kimliği oluyor. Birbirlerinin kültürel değerlerini alarak karma ve
yeni bir kent kimliği ortaya çıkarıyorlar ve bu değerleri de egemen Türk
kimliğinin bir parçası haline getiriyorlar. Dolayısıyla bu dernekler kendi
niyetlerinden bağımsız olarak asimilasyona hizmet eder konuma geliyorlar.
Asimilasyon ve Din
Türkiye'nin kuruluşundan itibaren İslam araçsal bir işlev
görmüştür. Dinin araçsal bir işlev gördüğü sonucu, cumhuriyetin din konusundaki
ikili tutumundan çıkarılabilir. Bir yandan dinin birleştirici bir unsur olarak
öne çıkarılması, öte yandan batılı, modern bir ulus devlet kurma ihtiyacı
gereği milli kimliğin öne çıkarılması cumhuriyetin dine yaklaşımında
belirleyici olmuştur. Türk olmayan Müslüman toplumların devlete ve rejime
bağlılığının sağlanmasında din bir işlev görüyordu. Cumhuriyetin kurucuları
Kurtuluş savaşını bir bakıma Müslüman-Hristiyan iç savaşı biçiminde örgütlemeyi
başarmışlardı. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra da Müslümanlık bu topraklarda
yaşayan gayri Türk Müslüman unsurlar için hep birleştirici unsur oldu. Dünya savaşı
ve kurtuluş savaşının hikayelerini anlatırken insanlar hep bu karşıtlık
üzerinden anlatırlar hikayelerini Karadeniz'de.
Sonuç olarak insanlar etnik kimliklerinden çok dinsel kimlikleri
üzerinden kendilerini tanımlamış ve buna uygun pozisyonlar almışlardır büyük
oranda. Kurtuluş sonrasında izlenen politikalara bakıldığında Cumhuriyetin esas
amacının Müslümanların birliğini sağlayacak bir devlet değil, bir Türk ulus
devleti yaratmak olduğu aşikar olduğuna göre İslam üzerinden insanları bir
araya getirmenin neden araçsal bir işlev gördüğü de anlaşılır.
Türkleştirme politikalarının ortaya çıkmasından sonra bu
politikalara Kürtler haricinde yeterince reaksiyon gösterilmemesinin bir nedeni
baskı politikaları iken bir diğer nedeni gayri Türk Müslüman unsurların
kendilerini etnik kimliklerinden daha öncelikli olarak dinsel kimlikleriyle
tanımlamasıdır. Cumhuriyet boyunca bilinçli asimilasyon politikalarıyla
kendilerini Müslüman olarak tanımlayan gayri Türk unsurlar adım adım Müslüman
Türk olmaya başlamışlardır. Biz Müslüman'ız onlar gavur söylemi biz Türk'üz
onlar düşman söylemine doğru evrilmiştir. Hemşin toplumunun yaşlılarıyla
yapılan konuşmalarda sıklıkla bunun örneklerine rastlayabilirsiniz.
Hemşinlilerin Ermeni kökenlerinin hatırlatılması durumunda neredeyse bütün
yaşlılar; "ne alakamız var, onlar gavur biz Müslüman'ız
elhamdülillah" demektedirler. Eğitim ve modernleşme sürecinin sonucunda
Müslüman'ın yerini Türk almaya başlamıştır. Dolayısıyla Lozan'ın korumasından
da mahrum olan Karadeniz'deki gayri Türk unsurların asimilasyonunda dinsel
inançlarının önemli bir etkide bulunduğu rahatlıkla söylenebilir. Zira Otto
Bauer’ in asimilasyon yasalarına göre; “Asimilasyon azınlıkla çoğunluğun ırk,
kültür, din ve dil alanında birbirine yakınlığı oranında kolaylaşır.” (Pratik
Felsefe Yazıları, Sinan Özbek, Notos Kitap, 95.s)
Asimilasyon, Modernizm ve Sol
Türkiye’de solun Kemalizm’le ve genel olarak Modernizm’le
ilişkisi hep tartışıla gelmiştir. Solun büyük bölümüyle, son yıllarda gerileyen
bir eğilim olmakla birlikte, Türk uluslaşma sürecini büyük ölçüde Kemalizm’in
ideolojik çerçevesinde değerlendirdiğini söylemek yanlış olmaz. Sol üzerindeki
Kemalist etki iki alanda özellikle belirgindir: Birincisi kurtuluş savaşı ve
anti-emperyalist söylem. İkincisi modernleşme söylemi.
Emperyalist güçler ve yerli işbirlikçileri söylemi,
Türkiye’de kimlik sorunlarıyla ilgili her türlü hak arayışını kuşkulu hale
getirmektedir. Dolayısıyla etnik sorunlarla ilgili hak talepleri ‘emperyalizmin
oyununa gelmek’ hatta zaman zaman ‘emperyalizmle işbirliği yapmak’ olarak değerlendirilebilmektedir. Bunun
altında yatan temel neden solun ‘Kurtuluş Savaşı’nı yanlış okumasında ve
dolayısıyla çarpık anti-emperyalizm anlayışında aranmalıdır. Resmi tarihi birçok
noktada eleştiriye tabi tutan sol, ‘Kurtuluş Savaşı’nı adeta bunun dışında
tutmakta ve Kemalizm’le bu konuda neredeyse aynı noktaya gelmektedir.
Dolayısıyla da yüzyıllarca bu topraklarda yaşamış halklar rahatlıkla
İngiliz’le, Rus’la, Fransız’la yan yana konarak ‘emperyalistlerin oyuncağı’ ilan
edilebilmektedir. Bu mantık yürütme daha sonraki süreçlere de genişletilmekte
ve hak arayışları baskı altına alınmaktadır. Bugün önemli ölçüde gerilemiş olsa
da bu bakış açısı Türkiye tarihi boyunca solun büyük bölümüne hakimdi. Bu durum
halkların kendi kimliklerini ifade etmeleri ve kimlik temelinde haklar talep
etmelerini önemli ölçüde geciktirmiş ve asimilasyonun derinleşmesine hizmet
etmiştir.
Modernleşme söyleminin etkileri ise büyük ölçüde eğitim
üzerinden takip edilebilir. Sol büyük oranda Kemalizm ‘in modernleşme projesini
paylaşıyordu. Köy enstitüleri, halkevleri gibi kurumlara bakış açısından bunu
çıkarabiliriz. Bu kurumlar solun büyük bölümü için birer aydınlanma kurumu
idiler. Köylere kadar uzanan aklın ve bilimin ışığıydı. Bu belli ölçüde doğrudur
da. Bu kurumlar toplumsal gelişim açısından önemli işlevler görmüşlerdir. Ama
gördükleri işlevlerden biri de asimilasyondur. Bu kurumların taşıdığı modern
değerler aynı zamanda Türk uluslaşmasının yani bütün Türkiye’yi Türkleştirmenin
değerleridir. İnsanlar köylü Müslüman Laz, Hemşinli, Gürcü vb. olmaktan, modern
laik Türk’e dönüşmüşlerdir. Elbette kendilerine hala Laz, Gürcü, Hemşinli
demektedirler. Ancak bu kimlikler artık yaşanan değil, kökene ait unsurlardır
ve mozaiğe renk katmaktadırlar en fazla.
Seksenli yıllarda büyüyenler bilirler. Yetmişli yılların
solcu ağabeyleri birçoğumuza “Hemşince, Lazca, Rumca, Gürcüce vb. konuşmayın
diliniz bozulur! Okulda zorlanırsınız” demiştir. Çünkü bu diller köylülüğe ait
folklorik unsurlardır. Modern ve ilerici olan ise Türkçedir. Dolayısıyla bu sol
anlayışın da asimilasyon üzerinde önemli etkisi olduğu söylenebilir.
Solun mücadelesini toplumsal mücadele olarak tanımlaması ve
etnik kimlik farklılıklarını bu mücadele açısından olumsuzluk yaratan bir etki
olarak görmesi de asimilasyonu hızlandıran bir unsur olmuştur. Yazık ki sol
uzun süre kimlik taleplerini toplumsal mücadele taleplerinin gerçekleştiği
belirsiz bir geleceğe erteleme eğilimi taşımıştır. Otto Bauer’in asimilasyon
yasalarına göre; “Ekonomik, sosyal, politik ve dinsel mücadeleler asimilasyonu
kolaylaştırırken, ulusal mücadele zorlaştırır.” (Pratik Felsefe Yazıları, Sinan
Özbek, Notos Kitap, 95.s)
Asimilasyon ve Göç Olgusu
Karadeniz’de halklarının asimilasyonunda belki de en etkili
unsur, son otuz yılda önceki dönemlerin çok ötesine geçen göç olgusudur.
Ekonomik nedenlere dayalı göç iki biçimde yaşanmaktadır: Birincisi büyük şehirlere doğru yaşanan göç;
diğeri ise aynı şehirde, şehir merkezlerine doğru yaşanan göç. Her iki göç
olgusu etnik kimliklerin kendi doğal yaşam alanlarından kopmalarına neden
olmaktadır. Yaşadıkları kentin merkezlerine geldiklerinde Karadeniz halkları
büyük oranda etnik çeşitliliğe sahip bir toplumun içinde bulmaktadırlar
kendilerini. Doğal olarak aralarındaki ilişkileri ortak dil olarak Türkçe ile
kurmaktadırlar. Bu durum köy biriminde sosyal yaşamda da kullanım alanı bulan
anadilin, kent merkezlerinde büyük oranda evin içine hapsolmasına ve zaman
içerisinde ev içinde bile gerilemesine neden olmaktadır. Büyük şehirlere göç ise
aynı durumun çok daha büyük ölçeklerde yaşanmasına neden olmaktadır. Zira kendi
kentinde köydeki kadar olmasa da kendine bir alan bulabilen anadil, büyük
şehirlerde tamamen evin içine çekilmekte ve kent yaşamının gereklerinden dolayı
evin içindeki kullanımı bile büyük oranda sınırlanmaktadır.
Göçün yarattığı bir diğer sorun ise yaylanın üretim
sürecinden neredeyse tamamen kopmasıdır. Birçok Karadenizli kendi kültürünü
yaylalarda büyük babalarının ve büyükannelerinin emanetinde öğrenmiştir. Ancak
göçle birlikte yaylalar üç ay kalınan hayvancılık yapılan üretim mekanları
olmaktan çıkmış, bir haftalığına ziyaret edilen turistik mekanlara
dönüşmüşlerdir. Dolayısıyla kültürün aktarılmasının en önemli araçlarından biri
işlevini büyük oranda yitirmiştir. Otto Bauer’e göre; “Asimilasyon en kolay,
azınlık parçalandığında ve çoğunluğun yerleşim alanlarına yuvalandığında
gerçekleşir. Asimilasyon, azınlık birbirine kenetlendiği ve çoğunluğun yerleşim
alanından ayrıldığı oranda güçleşir. Asimilasyon, azınlığın yerleşim alanı
çoğunluğun yerleşim alanından tamamen ayrılıp bir dil adası oluşturduğunda
imkansız hale gelir.” (Pratik Felsefe Yazıları, Sinan Özbek, Notos Kitap, 95.s)
Asimilasyon ve Reasimilasyonun İmkanı
Bauer’e göre; Reasimilasyon daha önce asimile olmuş kimi
grupların içinden geldikleri halkın ekonomik ve sosyal durumunda gerçekleşecek
bazı değişimlere bağlı olarak eski ulusal aidiyetlerine dönmeleri sürecidir.
Karadeniz halklarının içinde bugün büyük ölçüde asimile olmuş kitleler
bulunuyor. Bu kitlelerin yeniden kendi aidiyetlerine dönmeleri mümkün müdür?
Dünyada bunun çeşitli örnekleri yaşanmıştır. Türkiye’de büyük oranda asimile
olmuş olan Orta Anadolu Kürtlerinden kimi grupların İsveç’e göç ettiklerinde
Kürt kimliklerine geri asimile oldukları gözlenmiştir. (Rohat alakom’un
gözlemlerini aktaran Sinan Özbek agy) Burada iki unsurun etkili olduğu
söylenebilir. Birincisi İsveç’te kimliklerin ifade edilebilmesi açısından var
olan görece özgür ortam. İkincisi ise Kürt halkının verdiği mücadele. Demek
oluyor ki demokratik ortamın gelişmesi için verilecek mücadele aynı zamanda
halkların kendi varlıkları uğruna verecekleri bir mücadeledir. Tabi asimile
olmuş grupların reasimilasyonunun esas dayanağı henüz asimile olmamış grupların
asimile olmasını engellemek olacaktır.
Bugün asimilasyon Karadeniz halkların için varlık yokluk
sorunu haline gelmiştir. Karadeniz halklarının konuştuğu diller ve kültürleri
yok olma tehdidi ile karşı karşıyadır. Peki bu durdurulamaz, değiştirilemez bir
süreç midir? Bunu belirleyecek olan insanların kendileridir. Bu sürecin geriletilmesinin
imkanları elbette vardır.
Öncelikle ezilen her grubun kendi ezilmişliğini daha önemli,
kendi kültürünü daha değerli görmesi ve mücadelelerini ayrı ayrı mecralarda
sürdürmeleri hepsinin birlikte kaybetmeleri sonucunu doğuracaktır. Bu nedenle halkların
kendi kimliklerinin yaşatılmasına yönelik çalışmaları ve talepleri öncelikle
birbirleriyle ve sonrasında bütün ezilen kesimlerin talepleriyle -ekonomik,
demokratik, ekolojik mücadelelerle- birlikte ele alınmalı ve birlikte mücadele
etmenin imkanları yaratılmalıdır.
Asimilasyonu sona erdirecek olan, asimilasyonun nedenlerinin
etkisini ortadan kaldırmakla mümkündür. Bunun için resmi tarihin tahribatının
giderilmesi, değiştirilen yer adlarının eski biçimiyle kullanılmaya başlanması
gerekmektedir. Dinsel kimliğin etnik kimliği önemsizleştiren ortak payda olarak
algılanmasına karşı mücadele etmek gerekiyor. Benzer şekilde sınıfsal,
demokratik, ekolojik mücadeleleri kimlik hakları için mücadelenin karşısına
koymamak bu mücadeleleri birleştiren bir perspektifle hareket etmek gerekiyor.
Anadilin yaşam alanlarında yaygın kullanımının sağlanması gerekiyor. Anadilin
öğretilebilmesinin formel imkanlarının yaratılması gerekiyor. Birlikte
yaşayabilmenin yolunun birbirine benzemek olması gerektiği fikrinden kurtularak;
birbirlerinin farkını bilen, gören ve bu farklılıklarla bir arada yaşamayı
başarabilen toplumlar haline gelmek gerekiyor.
Kaynakça:
Sinan Özbek, Pratik Felsefe Yazıları, Notos Kitap
Sinan Özbek, Irkçılık, Bulut Yayınları
Harun Tunçel, Türkiye’de
İsmi Değiştirilen Köyler, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler
Dergisi, Cilt: 10, Sayı: 2, Sayfa: 23-34
http://e-dergi.atauni.edu.tr/index.php/taed/article/viewFile/1554/1552
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder