20 Kasım 2013 Çarşamba

Devlet geleneği, AKP Hükümeti ve Ermeniler



Nor Zartonk Bülteni

Osmanlı’nın çöküş yıllarında, yurtları imparatorluk tarafından işgal edilen halkların bağımsızlıklarını kazanmaya başlamasıyla Osmanlıcılık politikası yerini Panislamizm ve Pantürkizm politikalarına bıraktı. II. Abdülhamid döneminde, özelde olası Çarlık Rusya işgaline karşı, ancak bunun ötesinde imparatorluk sınırları dahilinde yaşayan halkların özgürlük mücadelelerini bastırmak için katliamlara imza atan Hamidiye Alayları kuruldu. II. Abdülhamid’in Panislamist politikalarıyla giderek artan baskı ve zulüm, pek tabii kendi isyancısını yarattı. İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) ile Ermeni Devrimci Federasyonu (Taşnaksutyun) işbirliğiyle II. Abdülhamid tahttan indirildi. Tüm yurtta halklar, sokakları eşitlik, özgürlük ve kardeşlik sloganlarıyla doldururken, doğan ‘özgürlük’ ortamı zamanla yerini İTC’nin yayılmacı Panislamist ve Pantürkist politikaları çerçevesinde baskı altına alındı.

İTC bünyesinde, örgütün ilk başkanı Hüsamettin Ertürk’ün ‘Panislamizmi ve Pantürkizmi hakikat sahasına sokmak’ sözüyle Teşkilat-ı Mahsusa kuruldu. Ermeni Soykırımı’nın kilit isimlerinden Enver Paşa’ya bağlı olarak kurulan Teşkilat-ı Mahsusa, 1911 yılından itibaren paramiliter bir güç olarak faaliyet göstermeye başladı ve 5 Ağustos 1914 günü Harbiye Nezareti’ne bağlı resmi bir örgüte dönüştürüldü. Ermeni ve Süryani Soykırımı’nda aktif rol oynayan Teşkilat-ı Mahsusa’nın, soykırım dönemine ait faaliyet belgeleri yine teşkilat tarafından yok edildi. Panislamizm ve Pantürkizm üzerinden meşrulaştırılan baskı, katliam ve asimilasyon politikalarıyla, ekonomik ve siyasal hayatta Türk, Sünni, ataerkil ve heteroseksüel kimlik yaratma faaliyetleri bir devlet geleneği halini aldı. Bu gelenek, rol oynadığı 1894-96, 1909, 1915 ve 1919 yıllarında gerçekleştirilen katliamlarda ve soykırımlarda olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da farklı isim ve formlarla devam etti.

Devlet tarafından yaratılan katliamcı, inkârcı ve asimilasyoncu gelenek, kimi zaman devletin doğrudan doğruya kolluk güçleriyle ve ordularıyla; kimi zaman JİTEM, kontrgerilla gibi paramiliter yapılarıyla; dünya hukuk tarihine geçen İstiklal Mahkemeleri’nde kimi zaman ‘sanığın idamına ve delillerin bilahare toplanmasına’ gibi vahşet kararlarıyla; kimi zaman Devlet Güvenlik Mahkemeleri ve türevleriyle; kimi zaman ise kanun yapıcılar eliyle sürdürülmüştür.

Devletin, baskı ve saldırıları devam ederken yaratamadığımız yüzleşme kültürü, resmî ideolojinin öteki bellediklerine dönük bu katliam geleneğine çanak tutmuştur. Nihayetinde bu topraklarda Türk, Sünni, heteroseksüel ve ataerkil kimlik yaratma çabası, doğal olarak en çok da Türk olmayanları vuruyordu. Türkleştirme faaliyeti en basit haliyle ilk ve ortaokullarda Andımız’la ve sürekli tekrarlanan İstiklal Marşıyla sürerken, zaman zaman da ‘Vatandaş Türkçe Konuş’ gibi kampanyalarla da desteklendi.

Cumhuriyet tarihi boyunca iktidar olan hükümetlerden bağımsız olarak süren bu devlet geleneği, Ermeni ve Süryani Soykırımı’ndan 1934 Trakya Yahudi Pogromu’na; 1938 Dersim Katliamı’ndan 6-7 Eylül 1955 Pogromu’na; 1978 Maraş Katliamı’ndan 1980 Çorum Katliamı’na; 1993 Sivas Katliamı’ndan, Paramazlardan Denizlere, Uğur Mumculardan Hrant Dinklere, Sevag Balıkçılardan Uğur Kantarlara, Metin Lokumculardan Ethem Sarısülüklere kadar sürdürüldü.

Bugün de, geçmişten devralınan bu katliamcı, inkârcı ve asimilasyoncu devlet geleneği sürdürülmekte. Recep Tayyip Erdoğan’ın Dersim Katliamı’na ilişkin dostlar alışverişte görsün özrünü bir kenara koyarsak, Ermeni Soykırımı da dahil olmak üzere, Cumhuriyet tarihi boyunca bizatihi failinin devlet olduğu hiçbir katliam, pogrom ya da suikast ile yüzleşilmemiş, aksine daima inkâr edilmiştir. AKP Hükümeti’nin, 10 yılı aşkın iktidarı boyunca yürüttüğü savaş çığırtkanı, milliyetçi ve muhafazakâr politikalar, Ceylan Önkollardan Uğur Kaymazlara, Roboskî’den Reyhanlı’ya, devletin katliamcı geleneğini sürdürmüştür.

Dolayısıyla, Türk, Sünni, ataerkil ve heteroseksüel olmayanların katledilmesini, katliamların inkârını ve asimilasyonu meşrulaştıran ötekileştirmenin AKP Hükümeti tarafından bertaraf edildiği ve bunun yerini, ‘Osmanlı hoşgörüsü’ne bıraktığı, AKP’nin hiç olmasa da Ermeniler açısından kötünün iyisi olduğu hayali koca bir yanılsama olarak karşımızda durmaktadır. Bir diğer yandan, daima olumlu bir metafor gibi sunulan Türk, Sünni, ataerkil ve heteroseksüel olmama hallerini mazur görülecek çeşitli kusurlar (!) olarak ötekileştiren ‘Osmanlı hoşgörüsü’ de nihayetinde ayrımcılığı derinleştirmektedir. AKP Hükümeti de, Cumhuriyet’in diğer hükümetleri gibi, ‘ötekilere’ kandan ve gözyaşından başka bir şey vaat etmemektedir. Bir iktidarın demokrasiden ve insan haklarından bahsediyor oluşu kendisini demokrat ve insan hakları savunucusu kılmadığı gibi Türklerin, Ermenilerin, Kürtlerin, Süryanilerin, yani Türkiye›de yaşayan tüm halkların en doğal haklarını lütfediyor (!) oluşu da kendisini demokrat kılmaz.


Buradan hareketle, özellikle Ermeni halkı, devlet tarafından gasp edilen vakıf mülklerinin kısmi iadesi ile yaratılmaya çalışılan biat kültürüne kanmamalıdır. İade edileceği söylenen mülkler zaten Ermeni halkının kolektif mülkü olup, devlet tarafından ekonomik hayatı Türkleştirme’nin bir aracı olarak gasp edilmiştir. Bizim olanın bir lütufmuş gibi bize sunulması ve yaratılanbiat kültürü ile ‘kötünün iyisine mahkûm edilmemiz› kabul edilemez. Bununla birlikte, Ermeni halkı ve diğer halklar üzerinde katliam, inkâr ve asimilasyon politikalarının sürdürüldüğü ortadadır. Hrant Dink’in, Sevag Balıkçı’nın, Samatya saldırılarının hesabı sorulmadan, Ermeni Soykırımı ile yüzleşilmeden, ‘ileri demokrasi’ namına atılacak her adım yine Ermeni halkı özelinde inkâr, asimilasyon ve yok etme politikalarının devamını amaçlamaktadır. Bu şekilde yaratılan biat kültürü, bizleri geçmişi unutmaya mahkûm etmekte, kimliğimizden ve insanlık onurumuzdan vazgeçmemizi amaçlamaktadır.

Özellikle son yıllarda artan anti-demokratik ve faşizan uygulamaların arasında demokrasi ve insan hakları namına bir gelişme yaşanıyorsa, bu, geleneği sürdüren AKP Hükümeti’nin demokratlığından değil; aksine, demokrasi, özgürlük ve eşitlik mücadelesi veren halklar ve devrimciler sayesindedir. Ermeni halkına düşen ise, bu demokrasi, özgürlük ve eşitlik mücadelesine Türkiye halklarıyla birlikte omuz omuza güç vermektir. Ancak bu şekilde ‘kötünün iyisine’ olan tutsaklıktan kurtulur, bu topraklarda kardeş halklarla eşit ve özgürce yaşayabiliriz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder