Nor Zartonk Bülteni
Osmanlı’nın çöküş yıllarında, yurtları
imparatorluk tarafından işgal edilen halkların bağımsızlıklarını kazanmaya başlamasıyla
Osmanlıcılık politikası yerini Panislamizm ve Pantürkizm politikalarına
bıraktı. II. Abdülhamid döneminde, özelde olası Çarlık Rusya işgaline karşı,
ancak bunun ötesinde imparatorluk sınırları dahilinde yaşayan halkların
özgürlük mücadelelerini bastırmak için katliamlara imza atan Hamidiye Alayları
kuruldu. II. Abdülhamid’in Panislamist politikalarıyla giderek artan baskı ve
zulüm, pek tabii kendi isyancısını yarattı. İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC)
ile Ermeni Devrimci Federasyonu (Taşnaksutyun) işbirliğiyle II. Abdülhamid
tahttan indirildi. Tüm yurtta halklar, sokakları eşitlik, özgürlük ve kardeşlik
sloganlarıyla doldururken, doğan ‘özgürlük’ ortamı zamanla yerini İTC’nin
yayılmacı Panislamist ve Pantürkist politikaları çerçevesinde baskı altına
alındı.
İTC bünyesinde, örgütün ilk başkanı
Hüsamettin Ertürk’ün ‘Panislamizmi ve Pantürkizmi hakikat sahasına sokmak’
sözüyle Teşkilat-ı Mahsusa kuruldu. Ermeni Soykırımı’nın kilit isimlerinden
Enver Paşa’ya bağlı olarak kurulan Teşkilat-ı Mahsusa, 1911 yılından itibaren
paramiliter bir güç olarak faaliyet göstermeye başladı ve 5 Ağustos 1914 günü
Harbiye Nezareti’ne bağlı resmi bir örgüte dönüştürüldü. Ermeni ve Süryani
Soykırımı’nda aktif rol oynayan Teşkilat-ı Mahsusa’nın, soykırım dönemine ait
faaliyet belgeleri yine teşkilat tarafından yok edildi. Panislamizm ve
Pantürkizm üzerinden meşrulaştırılan baskı, katliam ve asimilasyon
politikalarıyla, ekonomik ve siyasal hayatta Türk, Sünni, ataerkil ve
heteroseksüel kimlik yaratma faaliyetleri bir devlet geleneği halini aldı. Bu
gelenek, rol oynadığı 1894-96, 1909, 1915 ve 1919 yıllarında gerçekleştirilen
katliamlarda ve soykırımlarda olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan
sonra da farklı isim ve formlarla devam etti.
Devlet tarafından yaratılan katliamcı,
inkârcı ve asimilasyoncu gelenek, kimi zaman devletin doğrudan doğruya kolluk
güçleriyle ve ordularıyla; kimi zaman JİTEM, kontrgerilla gibi paramiliter
yapılarıyla; dünya hukuk tarihine geçen İstiklal Mahkemeleri’nde kimi zaman
‘sanığın idamına ve delillerin bilahare toplanmasına’ gibi vahşet kararlarıyla;
kimi zaman Devlet Güvenlik Mahkemeleri ve türevleriyle; kimi zaman ise kanun
yapıcılar eliyle sürdürülmüştür.
Devletin, baskı ve saldırıları devam
ederken yaratamadığımız yüzleşme kültürü, resmî ideolojinin öteki
bellediklerine dönük bu katliam geleneğine çanak tutmuştur. Nihayetinde bu
topraklarda Türk, Sünni, heteroseksüel ve ataerkil kimlik yaratma çabası, doğal
olarak en çok da Türk olmayanları vuruyordu. Türkleştirme faaliyeti en basit
haliyle ilk ve ortaokullarda Andımız’la ve sürekli tekrarlanan İstiklal
Marşıyla sürerken, zaman zaman da ‘Vatandaş Türkçe Konuş’ gibi kampanyalarla da
desteklendi.
Cumhuriyet tarihi boyunca iktidar olan
hükümetlerden bağımsız olarak süren bu devlet geleneği, Ermeni ve Süryani
Soykırımı’ndan 1934 Trakya Yahudi Pogromu’na; 1938 Dersim Katliamı’ndan 6-7
Eylül 1955 Pogromu’na; 1978 Maraş Katliamı’ndan 1980 Çorum Katliamı’na; 1993
Sivas Katliamı’ndan, Paramazlardan Denizlere, Uğur Mumculardan Hrant Dinklere,
Sevag Balıkçılardan Uğur Kantarlara, Metin Lokumculardan Ethem Sarısülüklere
kadar sürdürüldü.
Bugün de, geçmişten devralınan bu
katliamcı, inkârcı ve asimilasyoncu devlet geleneği sürdürülmekte. Recep Tayyip
Erdoğan’ın Dersim Katliamı’na ilişkin dostlar alışverişte görsün özrünü bir
kenara koyarsak, Ermeni Soykırımı da dahil olmak üzere, Cumhuriyet tarihi
boyunca bizatihi failinin devlet olduğu hiçbir katliam, pogrom ya da suikast
ile yüzleşilmemiş, aksine daima inkâr edilmiştir. AKP Hükümeti’nin, 10 yılı
aşkın iktidarı boyunca yürüttüğü savaş çığırtkanı, milliyetçi ve muhafazakâr
politikalar, Ceylan Önkollardan Uğur Kaymazlara, Roboskî’den Reyhanlı’ya,
devletin katliamcı geleneğini sürdürmüştür.
Dolayısıyla, Türk, Sünni, ataerkil ve
heteroseksüel olmayanların katledilmesini, katliamların inkârını ve
asimilasyonu meşrulaştıran ötekileştirmenin AKP Hükümeti tarafından bertaraf
edildiği ve bunun yerini, ‘Osmanlı hoşgörüsü’ne bıraktığı, AKP’nin hiç olmasa
da Ermeniler açısından kötünün iyisi olduğu hayali koca bir yanılsama olarak
karşımızda durmaktadır. Bir diğer yandan, daima olumlu bir metafor gibi sunulan
Türk, Sünni, ataerkil ve heteroseksüel olmama hallerini mazur görülecek çeşitli
kusurlar (!) olarak ötekileştiren ‘Osmanlı hoşgörüsü’ de nihayetinde
ayrımcılığı derinleştirmektedir. AKP Hükümeti de, Cumhuriyet’in diğer
hükümetleri gibi, ‘ötekilere’ kandan ve gözyaşından başka bir şey vaat
etmemektedir. Bir iktidarın demokrasiden ve insan haklarından bahsediyor oluşu
kendisini demokrat ve insan hakları savunucusu kılmadığı gibi Türklerin,
Ermenilerin, Kürtlerin, Süryanilerin, yani Türkiye›de yaşayan tüm halkların en
doğal haklarını lütfediyor (!) oluşu da kendisini demokrat kılmaz.
Buradan hareketle, özellikle Ermeni halkı,
devlet tarafından gasp edilen vakıf mülklerinin kısmi iadesi ile yaratılmaya
çalışılan biat kültürüne kanmamalıdır. İade edileceği söylenen mülkler zaten
Ermeni halkının kolektif mülkü olup, devlet tarafından ekonomik hayatı
Türkleştirme’nin bir aracı olarak gasp edilmiştir. Bizim olanın bir lütufmuş
gibi bize sunulması ve yaratılanbiat kültürü ile ‘kötünün iyisine mahkûm
edilmemiz› kabul edilemez. Bununla birlikte, Ermeni halkı ve diğer halklar
üzerinde katliam, inkâr ve asimilasyon politikalarının sürdürüldüğü ortadadır.
Hrant Dink’in, Sevag Balıkçı’nın, Samatya saldırılarının hesabı sorulmadan,
Ermeni Soykırımı ile yüzleşilmeden, ‘ileri demokrasi’ namına atılacak her adım
yine Ermeni halkı özelinde inkâr, asimilasyon ve yok etme politikalarının
devamını amaçlamaktadır. Bu şekilde yaratılan biat kültürü, bizleri geçmişi
unutmaya mahkûm etmekte, kimliğimizden ve insanlık onurumuzdan vazgeçmemizi
amaçlamaktadır.
Özellikle son yıllarda artan
anti-demokratik ve faşizan uygulamaların arasında demokrasi ve insan hakları
namına bir gelişme yaşanıyorsa, bu, geleneği sürdüren AKP Hükümeti’nin
demokratlığından değil; aksine, demokrasi, özgürlük ve eşitlik mücadelesi veren
halklar ve devrimciler sayesindedir. Ermeni halkına düşen ise, bu demokrasi,
özgürlük ve eşitlik mücadelesine Türkiye halklarıyla birlikte omuz omuza güç
vermektir. Ancak bu şekilde ‘kötünün iyisine’ olan tutsaklıktan kurtulur, bu
topraklarda kardeş halklarla eşit ve özgürce yaşayabiliriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder